Heyecanımız dorukta… Hastaneye vardığımızda beş-on dakikalık bir beklemenin ardından hocamızla bir araya geldik. Mütevazı tavırları ve harika misafirperverliğiyle önce bir yemek yiyip sohbet ettik, ardından da hemen hastanenin karşısında bulunan Erciyes Cafe’ye geçtik.
Orada ilginç bir sürprizle karşılaştık. Cafe’nin arka tarafındaki bölümde, üzerinde “Prof. Dr. Hüsrev Hatemi” yazan bir masanın etrafına oturmuştuk… Masanın hemen arkasında da bir camekanın içinde Prof. Dr. Hatemi’nin kitapları sergileniyordu. Sonra mekanın mensuplarından Sibel Hanım’dan, tüm bunların hocamız için özel olarak yaptırıldığını öğrendik.
Ne hoştu ki; belki sıradan bir gün gelip müşteri olarak o bölüme oturduğumuzda masa üstünde adını göreceğimiz değerli bilim insanının kendisiyle, şimdi o özel masada bir aradaydık... Ve o değerli ismin hoş sohbetiyle tıp tarihimizde keyifli bir gezintiye de birlikte çıktık…
Modern tıbbın başlangıcı: Mekteb-i Tıbbiye
Türk tıp tarihinde pek çok önemli gelişme var elbette… Fakat sizin pencerenizden en büyük gelişme olarak görünen olay ne olmuştur?
Şamanist tıptan İslam tıbbına geçiş Türk tıp tarihindeki en önemli gelişmelerden biri. Medeniyetsiz değildik tabii, Şamanist medeniyetler de bir medeniyet tipi fakat onu bırakıp uluslararası bir kimlik kazanımı Akdeniz medeniyetiyle kazanılıyor. İslam dinine geçmemiz Akdeniz medeniyetine üye olmamızı sağladı. Mekteb-i Tıbbiye Türk tıbbı için en önemli olaydır diyemeyiz; çünkü zaten Anadolu topraklarına girildiğinde Ortadoğu ve Batı ülkeleriyle aynı medeniyete geçme süreci olup bitmiş, sonuçlanmıştı.
Biz Mekteb-i Tıbbiye sayesinde Tıp Bilimimizi Batı’ya açmadık. O açılım çoktan bitmişti. Osmanlı döneminde sağlık alanında bizler için, önemli bir dönüm noktası, tabii ki Mekteb-i Tıbbiye’nin kuruluşudur. Fakat bu olay Tıp biliminin tip değiştirmesi değil; hızlanması, atılım yapmasıdır.
Bu gelişme öncesi, Fatih döneminde Bizans tıbbı mı kullanılıyordu? Nasıl bir tıp kültürü vardı?
O dönem ayazmalar (kutsal sayılan su kaynakları) vardı. Selçuklular’ın da tıbbı vardı tabii... Selçuklular tamamen Osmanoğlu’nun devamıydı ve kullandıkları tıbbı da Osmanlı devam ettirdi. Bizim 50 yıl öncesinin tıbbı ile şimdiki tıbbın arasında bir kopukluk olmayıp devam ettiği gibi…
Osmanlı, o dönem Bizans şehri olan İstanbul’u aldığında bir sağlık mirası devraldı mı?
Bizans, Akdeniz medeniyetinin tıbbını kullanıyordu. Bugün Zeyrek Tepesi’ndeki o pantokrator kilisenin etrafı külliye gibi. Belki Zeyrekhane dediğimiz o yemek yenen kafeterya gibi yer, o dönem bir poliklinik binasıydı. Şehre hizmet veren ilk İstanbul polikliniği, Bizanslılar zamanında orada kuruldu. “Poli” bazen doktorlar arasında “çok” sözcüğüyle karıştırılır. Poliklinik “y” ile yazılan “poli” değildir, “polis” kelimesinden gelir. Tıbbiyeye ilk girdiğim sıralarda “polikliniği”, her şeye bakan klinik zannederdim. Halbuki poliklinik, çok konuya bakan demek değil, şehir kliniği demek... Buradaki poli “i” ve “s” ile yazılır. Öteki “y” ile yazılır.
Avrupa’daki Eski Üniversitelerin Kuruluşu
Bizans’tan sonra Anadolu daha mı gerideydi o dönem?
Avrupa, özellikle İspanya 600-700’lü yıllarda İslam fetihleriyle karşılaşıyor. Avrupa o sırada eski Yunan - Latin kültürüyle çok haşır neşir değil. Müslümanlar 9. yüzyılda Harun Reşit döneminde, Süryanilerin ve başka Hıristiyan Arapların, Musevilerin çevirileriyle bir Rönesans yaşıyorlar. Avrupa’nın kendisini toparlaması 250- 300 yıl sonra oluyor.
12. yüzyıla gelindiğinde, bizim Malazgirt Savaşı’ndan bir süre sora, Papalık bir genelge yayımlıyor. Bu, Avrupa uluslarının üniversite açma faaliyetleri için yayımlanan bir genelgedir.
İslam dolayısıyla Hipokrat’a “Hekim Bukrat” diyorlardı. Onlar hep çevrilmiş kitapları okudular. Galinos’a “Hekim Calinos” diyorlardı. Platon’un feslefesini “Hekim Eflatun” diye okuyorlardı. Hatta bana göre Lokman Hekim -kesin inancım- “Sicilyalı Alkmeion”du. Adında l, k, m, o, n var. Mistik bir doktor… Lokman Hekim de mistik...
Doğu hristiyanlarının evliyası
Saint George’un bizdeki karşılığı “Cerciş Aleyhisselam”dır. Saint George, efsanelerinde ölür ve tekrar dünyaya gelir, inanmazlarla çatışır, yine öldürülür, yine dirilir. Yunus Emre’nin bir dizesi var: “Cerciş gibi asın beni/Ta bin kere dirileyim.” Doğu hristiyanlarının evliyasıdır. Batı Hıristiyanları pek aldırmazlarmış. Haçlı Seferi’nde Hatay bölgesinde Cercis karizmasını görünce jeton düşmüş ve İngilizler Georges’a fena halde aşık olmuşlar. Dönüşte adına hastane manastır açmışlar
Bilimde Kıskançlık
Aslında benzer şeyler Batı’da da var fakat ilerleme durmuyor. Bizde olunca tam tersi... Bunun dinamiklerini nasıl açıklayabiliriz?
Avrupa’da yeniliklere karşı çıkanların hem az çok bilgisi, ilmi var hem de kıskançlığı... Bu zıtlıkların ahenginden hayat kavgası doğuyor. Bizde ise iki taraftan birinde bu yok. Öyle olunca da tarafların çatışmasından sinerji doğmuyor. Engizisyon, Galileo’nun ölümünden sonra kendini yenik hissediyor ve bu sefer Galileo’nun takipçileri ortaya çıkıyor. Burada ise, basit bir kıskançlık yüzünden bertaraf edilmiş bir adama sahip çıkan talebe bile yok. Şanizade bunun en son misallerindendir…
Abdülhamid’in tıbba merakı nereden geliyor?
O dönemler tüberküloz sarayı kırıp geçiriyor. Padişahlar, şehzadeler… Padişah Abdülmecid de tüberkülozdan ölüyor. Bu nedenle haklı bir korku var padişahta; mikrop korkusu…
''İstanbul’a gelen ünlü hekimlerden biri de Dr. Bernard sanırım… ''
Bernard, Çekoslovakyalı Almanlardan biri. Fransızca biliyor, o zamanki Avrupalı aydınların hemen hepsi gibi. Onun için Fransızca ders vermeye çağrılıyor. 1838-1843 yılları arasında, beş yıl geçiriyor ve ölüyor. Dindar bir hekim olduğu da kiliseye gömülmesinden anlaşılıyor ve mezar taşının üzerinde “ölümüne, fakirler çok ağladı” yazılıyor. İnsan sevgisi olan iyi adam olarak geliyor ve bir talebe ondan bahseden bir kitap bırakıyor bizlere; o da Abdulhak Hamit’in babası Hekimbaşı Hayrullah Efendi…
Otopsi yapmış mı peki?
Eski İslam hekimleri yapmışlar. Bu, Selçuklulardan beri hoş görülmemiş. Onun için Selçuklular devrinde de belki yapılmıştır çünkü onların bir mumyalama tekniği var. Bir cenaze, eğer vasiyet edilirse, ailenin isteği olursa mumyalanarak kabre indiriliyor. Mesela Selçuklu sultanlarının çoğu mumyalıdır. Fatih’in de mumyalı olduğu söylenir; Fatih gibi bir insan çürümeye bırakılamaz diye.
Bernard’dan 30 yıl kadar sonra çok iyi bir hekim olan fizyolog, Türkiye’ye fizyolojiyi getiren Claude Bernard’dan meşaleyi devralan bir hekim var: Şakir Paşa. Onun öğrencisi, yine ilim için ve romantik aşkları için yaşayan Kemal Cenap. Semiha Berksoy ile Zeliha Berksoy’un büyük amcasıdır. Türk tıbbının büyükleri bunlar. Hüseyin Remzi Bey, yine önemli bir isim ve enfeksiyoncudur. Zoeros Paşa, öğretim üyesi olarak değerli, nükteli vizitleri olan bir isim. Yine Cemil Topuzlu, cerrahide çok önemli bir isim ve Abdülhamid’in de operatörü aynı zamanda.
Bugün domuz gribi aşısı tartışılıyor. Osmanlı döneminde de bu tip tartışmalar yaşanmış mıdır?
Halk arasında daima bilime karşı çıkanlar olmuştur. Mesela Yehova Şahitleri, ne kan alıyorlar ne kan veriyorlar; ama hiçbir Avrupalı, Hıristiyan dinimizde böyle gerici bir tutum nasıl olur diye dert de etmiyor. Bizde de bu anlayış yerleşmeli. Yani domuz gribi için tartışma yapılsın; ancak günahtır, haramdır diye domuz gribi aşısının üretildiği ya da uygulandığı yerlere baskın yapılırsa, işte o zaman büyük zararlarla karşılaşırız. Tabii ki böyle eylemlere karşı çıkılır.
Cumhuriyetle birlikte tıpta bir sıçrama, atılım var mıdır?
Son söylediğim isimler Cumhuriyet döneminde de varlar ve görevlerine devam ediyorlar. Cumhuriyetle birlikte bir atılım var elbette fakat bu da bir kısmı müdahaleli, etki edilmiş atılım; üniversite reformu, Alman profesörlerinin getirilip üniversitelere bir kez daha Avrupalı kimliğinin verilmek istenmesi... Cumhuriyet olmasaydı, Osmanlı dönemi devam etseydi, yine 1950’deki tıp Osmanlının tıbbı olacaktı.
Bugüne geldiğimizde Türk tıbbını, Türkiye’deki bilim insanlarını nasıl görüyorsunuz?
Çok kötü bir yerde değiliz fakat kötü bir yere düşebiliriz… Yani yavaş yavaş tıptan anladığımız öğrenci yetiştirmek ve halk sağlığı için çalışmak yerine, Ortadoğu veya Balkanların en iyi sağlık merkezlerini açmaya dönüşürsek -ki dönüşmek üzereyiz- işte o zaman Singapur, HonKong gibi bir yer oluruz. Halkın genelini düşünmeyen; bize zenginler gelsin, sana belediye baksın der gibi bir anlayış… Eskiden bu yoktu. Osmanlı devrinde bile bu anlayış yoktu. Cumhuriyet’in getirdiği iyilik, “En iyi hastaneler, devlet ve üniversite hastaneleri olmalıdır”ın yerini artık “o da bir şey mi?” aldı. Türkiye’de tıp bilgisi, benim öğrenci olduğum döneme göre çok yükseldi. Bizim devrimizdeki kadar aynı oranda memleketi seven de var insan seven de var.
Herkese Sağlık Dergisi
6.9.2010 0 - 2114
|